Bazı insanlar vardır, diğer insanlarla birlikteyken sürekli tedirgindirler. Bu duygu öylesine benliklerinin bir parçası durumuna gelmiştir ki, onu ‘korku’ olarak tanıyamazlar. Çoğu kez bu tedirginliklerini maskelemeyi başarabildikleri için diğer insanlar onların ne yaşamakta olduğunu farketmeyebilir. Çünkü insanlar sözlü olmayan davranışlara genellikle pek dikkat etmezler. Arada bir kendilerine yöneltilen bir beğeni ya da onaylayıcı birkaç söz onları geçici olarak rahatlatırsa da, kısa bir süre sonra tedirginliği yeniden yaşamaya başlarlar.Savunmasız kalmaktan korktukları için, bazen ölüm-kalım savaşı veriyormuşçasına yaşanabilen bu duygudan genellikle en yakınlarına bile söz etmezler.
Bu savunma bazen o denli katıdır ki, tedirginliklerini kendilerinden bile saklarlar. Birinin kendilerini incelemekte olduğunu farkettiklerinde tedirginlikleri daha da artar. Adeta kendilerinden utanırlar. Bu nedenle çok istedikleri halde ilgi merkezi olmaktan kaçınırlar. Söyledikleri bir söz ya da yaptıkları bir davranışın ardından hemen suçlanır, karşı tarafı kırmış olabileceklerini düşünürler. Buna karşılık garip bir çelişki de yaşanır kendilerine gerçekten değer verilmediğini hissettiklerinde aslında değerli olduklarını, ama bunun diğer insanlar tarafından farkedilmediğini düşünürler. Bu duyguları yaşayan insanların çocukluk dönemleri incelendiğinde, kısıtlayıcı, aşırı koruyucu, reddedici, cezalandırıcı, tutarsız vb. ana-baba tutumlarının varlığı farkedilir. Açık ya da üstü kapalı olsun bu tutumların ortak yönü, saygı ve sevgiden yoksun olmalarıdır.
Çocuk kendini yalnız ve çaresiz hisseder. Aynı zamanda bireyselleşmesinin engellenmekte olmasından ötürü için için kızgınlık duymaya başlar. Ancak kızgınlığını açıkça yaşayamaz. Ne var ki, kızgınlığı bastırmak bu duyguyu ortadan kaldırmaz. Bastırılan kızgınlıklar birikir ve bu kez ana-babaya karşı düşmanca duygulara dönüşür. Bu duygular öylesine ürkütücüdür ki, çoğu bilinçaltına mal edilir ve çocuk artık bu duyguların varlığından bile haberdar olmaksızın ana-babasına karşı sevecen duygularını sürdürebilir, çünkü sürdürmek zorundadır. Ancak bu kez, nedenini bilemediği bir tedirginlik varlığına egemen olur. Bu, ona iyi davransalar dahi yaşanan bir duygudur. Düşmanca duyguların farkedileceği ve sevginin yitirileceği tehlikesinden kaynaklanır. Gerçi bu iğrenç duygular bilinçaltında tutulur, ama çocuk çevresine karşı tutumlarında üstü kapalı bir ikiyüzlülüğün varlığını yine de hissedebilir. Bazen de hiç farkında olmayabilir. Her iki durumda da çocuk, nedenini bilemediği suçluluk ve değersizlik duyguları yaşamaya başlar, kendisini sevgiye layık görmez.
Böylece, içinde sakladığı ve kendisininde farkında olmadığı düşmanca dürtülerden kaynaklanan korku, suçluluk ve değersizlik duyguları, ileriki yaşamında çevresinde ki tüm insanlara yönelik olarak yaşanmak üzere yerleşir. Böyle bir sürecin yerleşmesi, insanın kendi gerçek benliğine yabancılaşmasıyla sonuçlanır ve asıl sorunlar bundan sonra başlar. Çünkü bu kez, korku, suçluluk ve değersizlik duygularından kurtulma çabaları ortaya çıkar ve bu çabalar kendine yabancılaşma durumunu daha da pekiştirir.
Örneğin, insanlar vardır, dost ve sevecen davranışlar gösterirler, ama gözlerine dikkatle baktığınızda korku ve kızgınlık karışımı bir anlatımı kolayca seçebilirsiniz. Bu insanlar bilinçli dünyalarında gerçektende insanları sevdiklerine inanırlar. Ama bir yandan insanlardan korkarken, aynı zamanda onları nasıl sevebiliriz ? Aslında bu zamanında yeterince sevilemeyen ana-babalara karşı geliştirilen tutumların bir uzantısıdır. Sevecen tutumlar karşılığında sevgi alabilme umudunu ve önce sevildikten sonra sevebilme beklentisini içerir. Oysa böylesi bir umut ve beklenti yetişkin insan ilişkilerinin gerçeklerine uymaz. İnsanlardan korkmak, kızgınlık ve bu kızgınlığın yarattığı düşmanca duyguların dıştan farkedilmesi tehlikesinin doğal bir sonucudur. Ne var ki, tehlike kişinin kendi içinden değilde dıştan gelecekmişçesine algılanır. Dolayısıyla diğer insanların tepkisinden korkan kişi alında kendinden korktuğunu göremez. Bir insanın düşmanlık seçimlerini bastırması kendi seçimleri ile olmaz. Bu refleks türünde bir süreçtir.
İnsanın düşmanlık duyduğu kişilerin sevgisine ve desteğine gerek duyduğu ya da böylesi duyguları kendisine yakıştıramaması gibi durumlarda daha da yoğunlaşır. Bir insanda ya da bazı insanlardan korkmak gerçekçi nedenlere bağlı olabilir. Ancak burada sözü edilen korku yaygın bir duygudur ve bir insan için hiç önem taşımayan ya da hiç tanımadığı insanları da kapsar. Suçluluk ve değersizlik duyguları ise yalnızken de yaşanır ve bu duygulara ‘kimse beni istemiyor!’ düşüncesi eşlik eder. Bu düşünceyi doğrulayacak kanıtlar aranır ve bulunur da. Kanıtlar bazen insanın kendisinde aranır ve insan kendi davranışlarını sürekli gözlemleyerek ya yaptığı önemsiz hataları abartır ya da kendini külliyen hatalı görür. Bu gibi durumlarda kişi kendini sürekli suçlar.
Bazılarında ise bu duygular dışarı yansıtılır ve başkalarının olağan davranışlarını yanlış yorumlayarak onların kendisini eleştirmekte ya da suçlamakta olduğuna ilişkin şizofrence kanıtlar bulur. Bu insanın kendisinde varolan düşmanca eğilimleri başkalarına mal etmesindeki yaşadığı duyguya alınganlık denir. Bir insanın olumsuz duygularını sürekli yok sayması yaratıcılığının da kaybolmasına sebep olur. Tedirginlikte binlerce seviye atlayan bu kişi tüm enerjisini gereksiz yere savunmaya harcadığından kendisindeki potansiyeli de harap eder, kapasitesinin altında kalır, kalmaya mahkumdur. Çocukken ebeveynlere karşı beslenen olumsuz duygularının üstünün kapatılmasıyla başlayan süreç insanın giderek kendisine yabancılaşmasına ve sonunda kendisi olamamanın suçluluğunu yaşamasına sebep olur. Varoluş suçluluğu denilen bu duygu anlamlı ve dolu dolu bir hayat yaşayamamış olmaktan kaynaklanır. Eğer insan duyguların dürüstçe yaşanabildiği bir çevrede yetişmişse olumlu duyguları gibi olumsuz olan duygularını da açıkça yaşamayı öğrenir ve kendine yabancı kalmaz. Eğer insanlar olumsuz duyguların evrensel olduğunu , reddedilme kaygılarını herkesin yaşadığını bilebilselerdi bu tür duygularını kapatmaz ve gereksiz suçluluk yaşamazlardı.
Ne var ki çoğu insan böyle duyguları yalnız kendisinin yaşadığını sanar. Öyle ki bazen birbirini tanıyan iki insan reddedilme kaygısından birbirine yaklaşamazlar, her biri diğerinin kendisini kabul etmeyeceğini düşünür ve aslında bir ilişki bu nedenle başlamaz. O reddetmeden ben reddedeyim kaygısı sonucu yalnız kalan insan sayısı o kadar çoktur ki! İnsanları sevebilmek, onlarla baş etmeyi gerektirir. Kendimizi karşımızda düşmanlar varmış gibi savunmayı değil , dürüst ve açık bir biçimde yaşama yürekliliğini göstermeliyiz. Sinsice yaşanan duygular insanlara ulaşmamızı her şeyden önce onları sevmemizi engeller. Çünkü onlar gerçek bizi değil gösterdiğimiz yanlarımızı kabul ederler. Sonunda kabul edilen gerçek biz olmadığından kendimizi de kabul edilmiş hissedemeyiz!
Bu Yazıya Tepkin Ne Oldu ?
ah ah ben varya ben bu benim bu benim ah